Samsun 1 Şubesi
286 | | | 23-03-2019
Popüler kültürün kutsallarına kurban verilecek hayatlarımız yok
Ramazan ÇAKIRCI

Herkesin yerli yersiz, bilgi yağmuruna tutulduğu; ideallerin yerini imajların, gerçeğin yerini inandırıcılığın aldığı bir dünyada yaşamak ve mücadelemizi vermek zorundayız.

Baudrillard, çok erken bir dönemde, 1970’lerde, üretilmiş yeni göstergelerin (bilgisayar oyunları, filmler, sosyal medya, reklamlar, haberler vb.) mevcut gerçeği yok ederek yerini almasını “hipergerçeklik” olarak tanımlamış; zaman içinde hakikat ile hipergerçekliği ayırt etmenin imkânsız hale geleceğini duyurmuştu. Aslına bakılırsa Tanpınar, gerçeğin katlini ve toplumsal yansımasını bin dokuz yüz altmış birde teşhis etmiş, Saatleri Ayarlama Enstitüsü romanında şu sözlerle anlatmıştı: “Hayatta sevdiği tek bir şey vardı, o da sinema idi. Pakize sinemanın sade terbiye değil, tatmin ettiği insandı da. Beyaz perdenin karşısında o kadar kendinden geçer, o kadar her şeyi bırakırdı ki, sonunda yaşadığı hayatla seyrettiği macerayı birbirinden ayıramaz hâle gelirdi.”

Bu iki düşünürün büyük bir ferasetle gelişini haber verdikleri tehlike, aradan geçen zaman içinde akılalmaz boyutlara ulaştı. Biçimlerin yakınlaşması olarak adlandırılan radyo, telefon, telgraf, televizyon, sinema, eğitim kurumu, fotoğraf makinesi, ticarethane gibi pek çok fonksiyonun tek bir fiziksel araçta toplanması, devasa bir kültür endüstrisine dönüşmesinin de yolunu açmış oldu. Bu kültür endüstrisi, bilgisayar ve cep telefonlarının yaygınlaşmasıyla birlikte imge/görüntü ve bilgi kuşatması işimizi, ailemizi, inancımızı, kültürümüzü, değer yargılarımızı, anlam haritalarımızı içine alacak boyutlara ulaştı. İnsanlar günlük hayatlarının önemli bir bölümünü, tüm dünyaya ve uzaya yayılmış durumda bulunan bilişim sistemlerinden ve bunları birbirine bağlayan ağlardan oluşan ‘siber uzay’da geçiriyor. Başka bir açıdan, bizi en çok ilgilendiren yönüyle, siber uzayı oluşturan elektronik ağlar, insandaki sinir sistemine benzer bir şekilde, her şeyi kapsayan kolektif şuurun sinir sistemi olarak iş görmektedir. Bu yeni toplumsal şuur alanında her şey dijital bir gösteriye, magazinsel bir olaya, kamyon arkası yazılara dönüştürülür, tüketilir. Böyle bir dünyaya rağmen sahih bir hayat, kimlik ve emek mücadelesi yapmak durumundayız.

Bizim pazarlama, ikna ve rıza temelli stratejilere uygun olarak üretilen popüler kültürün kutsallarına kurban verilecek hayatlarımız yok. Biz, kâinatın yaradılış gayesine uygun, erdemli bir hayat inşa etmek ve yaşamak için her anın hakkını verme çabamızdan taviz vermeden yolculuğumuzu sürdürüyoruz. Bunun için de insanlığın en kadim uğraşı olan  “hayret ve ibretle” baktığımız varlık âleminden dersler çıkarmaya devam ediyoruz, etmeliyiz.  İnsanlığın en kadim uğraşı olan bu insan-kâinat ilişkisinde canlı-cansız tüm varlıkları incelemek, bağlı oldukları kuralları ortaya çıkarmak, anlamaya ve açıklamaya çalışmak mecburiyetindeyiz. Yüklendiğimiz varoluşsal ve sendikal sorumluk, içinde bulunduğumuz çağla birlikte ortaya çıkan ve çok kısa aralıklarla güncellenen toplumsal, siyasi, ekonomik akımların teklif ve tehditlerini anlamayı ve anlaşılır kılmayı gerektiriyor. Hem insan hem de sendika olarak, her şeyin birbiriyle bağlantılı olduğu dünyada var olmaya, değerlerimizi ve ideallerimizi yaşatmaya, anlamaya, anlamlandırmaya mecburuz. Çünkü ortaya çıkan yeni gerçekliklerin ve sorunların doğasını anlayıp çözümler geliştirmediğimizde, kendi sonumuzu da hazırlayacağımızın bilincindeyiz.

Kadim bir somutlaştırma aracı olan hikâyeleştirmeyle varmak istediğim düşüncenin ilk basamağını yerleştirmiş olayım: İki kurbağa derin bir çukura düştüğünde, bir grup kurbağa ormandan geçiyordu. Çukurun ne kadar derin olduğunu gören grup, kuyudaki iki kurbağaya kendileri için bir umut kalmadığını söylediler. Ancak, iki kurbağa, onların söylediklerini görmezden geldi ve çukurdan kurtulmak için çabalarına ara vermeden devam ettiler. Fakat çukurun en üstündeki grup, asla çıkamayacakları için vazgeçmeleri gerektiğini söylemekten de vazgeçmediler. Sonunda, kurbağalardan biri, grubun söylediklerine inandı ve pes etti. Diğer kurbağa, büyük bir çabayla zıplamayı sürdürdü. Grup, bir kez daha çektiği acının son bulmasının ve huzura ermenin yolu olarak kendini ölmeye bırakmasını istedi. Kurbağa, onların söylediklerini duymazdan geldi, daha da güçlü atladı ve sonunda dışarı çıkmayı başardı. Dışarı çıktığı zaman, diğer kurbağalar, “Bizi duymadın mı?” sorusunu anlatmayı başardıklarında, kurbağa onlara, sağır olduğunu ve en başından beri kendisini teşvik ettiklerini düşündüğünü açıkladı.

Hikâyenin bize iletmek istediği ilke, “insanların sözleri, başkalarının hayatları üzerinde büyük bir etkiye sahip olabilir. Bu nedenle, ağzınızdan çıkmadan önce ne söyleyeceğinizi düşünmelisiniz. Bu, hayat ve ölüm arasındaki fark kadar büyük olabilir.” Bu çıkarımı yok saymadan, hikâyeye, daha temel bir gerçeğin anlatılmasında köprü işlevi gördürebiliriz. Grup kurbağanın bu öyküde oynadığı rolün aynısını insanoğlunun ve örgütlerin hayatında kültür oynar. Çünkü kültür, kafamızın içinde, bize kim olduğumuzu, ne yapmamız gerektiğini söyleyen sestir; kendi doğamızı ve tabiat ile iletişime geçmek, onu anlamak, biçimlendirmek için kullandığımız en önemli araçtır. Kültürün bu gözle görünmeyen işleyişi, algımızı şekillendirir, eylemlerimizi tetikler, yaşananlarla ilişkimizi belirler. Bizim gibi güçlü örgütlerin mücadele yolculuğunun ve sürekli kendini yenileme sürecinin en temel aracı şüphesiz örgütsel hafıza ve örgüt kültürüdür.

Sendika olarak, “Kim olma” sürecimizin de ait olduğumuz kültürel hafıza tarafından belirlendiği gerçeğini hiçbir zaman unutmamalıyız. Kültür, içimize nüfuz eden, biz olan, özümüzü belirleyen, kim olma yolculuğumuzun belirleyicisi, yapılandırıcısı olduğu gibi, sendikal kimliğimizin de belirleyicisidir. Kültür dediğimiz ortak değerler, normlar ve araçlar, bir grubu birbirine bağlar, uğrunda mücadele edilecek hedefleri tayin eder; sorunlarla nasıl başa çıkılacağını öğretir, yani üzerinde hareket edilen gerçeklik zeminini belirler. Toplumların tümünü aynı şekilde biçimlendiren kültür henüz geliştirilmediğine göre, mücadele, herkesin herkese karşı biçiminde değil, belirlenmiş düzenli gruplar şeklinde bugüne kadar yürütüldü, bundan sonra da böyle olmaya devam edecektir. Kültür, başka bir stratejik görevini de bilgi üzerinden gerçekleştirir. Paradigmamızı, vizyonumuzu, hedef saptamamızı, değer ve inançlarımızı yönlendirmemizi, karar vermemizi ve motivasyonumuzu sağlayan bilgi, kültür ortamında şekillenir, zihniyetimiz de bu yolla oluşur.

Biz, sendikal kültürün, uzun vadede kişiliklerimizi şekillendirebildiğini, doğru şartlar altında, sahip olduğumuz normları ve değerleri içselleştirdiğimizi, bize ait olmaya başladığını biliyoruz. Bu yüzden, sendikal kültürümüzü en iyi şekilde temsil eden ve bunun zenginleşmesi için büyük emek harcayan rahmetli Erol Battal başkanımızın sözünü bir kez daha hatırlayalım: Dünün ufku, bugün ayağımızı bastığımız zemindir. Bugünün ufku, yarınımızın hazırlayıcısıdır. Sendikanın gücü ve ufku, sendika adına unvan, yetki kullananların sendikal anlayışları ve ufukları ile kaimdir. Sendika kavramına hangi anlamlar yüklüyorsak, yüklediğimiz anlam doğrultusunda hangi çabayı ortaya koyabiliyorsak, sendika odur.

Çeyrek asrı geride bırakmış sendikal hafızamıza bakarak “nasıl başarılı olunur ve başarılı kalınır”ın formülünü biliyoruz. İşyeri temsilcisinden başlayarak teşkilatımızda görev alan her birimizin üzerine düşen görev ve sorumluluğu tavizsiz bir şekilde yerine getirdiğimizde başarımız devam eder.

Yıllar önce hedef olarak belirlediğimiz, hayalini kurduğumuz “Yurt çapında profesyonel örgüt yapısını oluşturmuş sendikamızın, Türkiye’nin en büyük sendikası olacağı dönemi” çoktan gerçekleştirdik. Biz “zirveye çıktık” diye şu evrensel kanun işlemekten vazgeçmeyecektir: “Her çözümün beraberinde sorun getirmesi kaçınılmazdır.” Dolayısıyla en önemli görevlerimizden biri, sorunlu alanları bulmak ve bunu iyileştirme fırsatına dönüştürmektir. O zaman yapmamız gereken yegâne yol, öğrenmeyi sürdürmektir.

Sendikal kültür ve öğrenme, bütün örgütlerde olduğu gibi, daima tekil insanla başlar ve paylaşıldıkça bütününe yararlı sendikal bilgiye dönüşür; sendikal kültürün payandalarını oluşturur, bağlı kalınması gereken asgari müşterekleri belirler. Eğitim-Bir-Sen’in teşkilat yapısını, kültürünü ve hafızasını öğrenmek, içimizdeki ve dışımızdaki değişimleri doğru okumak, ortak tavır ve eylem geliştirmek demektir. Öğrenmeyi bıraktığımızda, sabit görüşler ve alışkanlıklar zihinlerimizi katılaştırır; hayatı otomatik pilotta yaşamaya mecbur kalırız.

İmajların ve sanal görüntünün ideallerin yerini işgal ettiği bir dünyada lehimize ve aleyhimize gelişen olayları hızlı tanımak, yeri geldiğinde önlem almak zorundayız. Bu anlamda bize düşen görev, çağın ruhunu doğru okumak, öğrenmede ısrarcı olup yeri geldiğinde birbirimizi yüreklendirerek olma ve olgunlaşma yolculuğumuzu sürdürmektir.

Tüm Yazılar
1 Umudu yeryüzüne aşılamak için daha fazla gayret
2 Kitabın, davanın, vefanın hakkını veren adam: Erol Battal
3 Ne rakipsiniz ne de refik
4 Devlet yalan söylemez!
5 Destanımıza yeni bir sayfa daha ekledik
6 Popüler kültürün kutsallarına kurban verilecek hayatlarımız yok
7 Her başlangıç yeni bir ruh, yeni bir heyecandır
8 Uluslararası sempozyumumuzun ardından
9 Yeni Bakan Avcı’nın Eğitimde Önceliği Ne Olmalı?